Sayfalar

19 Nisan 2020 Pazar

Suyun öteki tarafı... YANYA, PARGA, CORFU ADASI ve METEORA



1 - 4 / Kasım / 2018




YANYA:

Dedemin anneannesinin 1850'lerde yaşadığı ve yıllar önce oralardan buralara göç ettiği ve bu yüzden de uzun zamandır görmek istediğim bir yerdi Yanya yani "Ionnia". Günün birinde nasılsa giderim diyerek hep ertelemiştim. Bir tur şirketinin internetteki "Yanya - Parga Turu" reklamını görünce "işte zamanı geldi!..." dedim. Aylardan Şubat'tı ama program Kasım ayı içindi. Eşimi arayıp "var mısın?" diye sordum, onayını almamla telefonu açıp turu satın almam arasında on dakika ya vardı ya yoktu. Kızım ise bu sene üniversiteye başlayacağı ve ders durumunun ne şekilde olacağını bilemediği için gelmek istemedi. Tur otobüsle olacaktı. Yunan sınırından daha önce bir kere daha otobüsle geçmiştik. O zaman Yunanistan'ı da geçip İtalya'ya kadar gitmiştik. Bu kez sadece Yunanistan'ın batısına gideceğiz. Adriyatik kıyısına... Tur programını anlattığım abim ve eşi Esma'da kısa bir karar aşamasından sonra bizimle gelmeye karar veriyorlar. Bir ay kadar sonra onlar da aynı turda yerlerini ayırtıyorlar. 


Sayılı gün çabuk geçiyor ve 1 Kasım akşamı Kadıköy Evlendirme Dairesinin önünden otobüsümüze biniyoruz. Abimleri de Bakırköy Ömür AVM'nin önünden aldıktan sonra Yunanistan sınırına doğru hareket ediyoruz. Ne yazık ki doktor olan ağabeyim bir ay önce yaşamış olduğu talihsiz bir kaza sonucu sol kolu alçılı olarak bu seyahate katılmak zorunda kalıyor.


Otobüs yolculuklarını çok sevmem, uyuyamam çünkü. Oraya dönerim olmaz, buraya ayağımı uzatırım olmaz. Sonuçta rahatsızdır hep benim için. O yüzden hazırlıklıyım, Ipad'ime Netflix'ten seyrettiğim dizinin epey bir bölümünü indirmiştim. Gece 02:00'ye kadar beni oyalıyor. Zaten 03:00 gibi İpsala gümrüğüne giriyoruz. Daha önce 2011 yılında bu sınırdan aynı saatlerde otobüsle geçmişliğim var. Herkesin otobüsten inip pasaport sırasına girmesi ve gümrük polisinin tek tek kişilerin suratına bakarak işlem yapması yüzünden epey beklediğimizi ve beklerken de acımasız sivrisineklerin insafsız saldırısına uğradığımızı hatırlıyorum. Uygulama değişmemiş elbette, yine bütün otobüs iniyoruz sıraya girip polisimizin tek tek yapacağı işlemleri bitirmesini bekliyoruz. Neyse ki bu kez sivrisinekler o kadar fazla değil. En azından aradan geçen sürede bu konuda bir ilerleme kaydetmişiz. Herkesin otobüsten inmesi yetmiyor, bütün bavulları da indirtiyor gümrük polisi. Herkes bavulunu X-Ray cihazına koyuyor. Otobüs de ayrıca büyük X-Ray'e giriyor. Bütün bu işlemler tabi ki bir hayli zamanımızı alıyor. Sonuçta bavullarımızı otobüse koyduktan kısa bir süre sonra Meriç nehri üzerindeki köprüyü geçip Yunan tarafına geçiyoruz. Yunan polisi otobüsten inmeden pasaportlarımızı rehbere toplatıp giriş damgalarımızı basıyor. Bu çok fazla zaman almıyor ama bavullar burada da tekrar indiriliyor tek tek X-Ray'den geçiriliyor. Bu sırada tabi yine bekliyoruz. En azından beklerken duty-free'de dolaşma ve tuvaleti kullanma şansımız var bu kez... Biraz zor bir sınır geçişi oluyor ama sonunda yola koyuluyoruz. Gün ışıyana kadar biraz uyuklama fırsatımız oluyor. Yarın epey yorulacağız çünkü...


* * *

Dedeağaç, Kavala ve Selanik'i kat edip Yunanistan'ın kuzeyinden kuzeybatısına doğru ilerledikten sonra sabah saatlerinde Yanya (İoannia) kentine ulaşıyoruz. 


Şehir hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse,


Yanya, 70.000 nüfusu ile Yunanistan'ın Epir bölgesinin en büyük şehri ve aynı adı taşıyan ilin (Nomos) merkezidir. Kuruluş yılı MS 510 yılıdır. Aziz John'un koruması altında kurulduğundan dolayı, Yunancada "Yahya'nın Şehri" anlamındaki İoannina adı verilmiştir.



Şehir, II. Murat devrinde (1421-1451) 9 Ekim 1431'de Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmiş ve Balkan Savaşı sırasında kentin kalesini kuşatan   Yunan  ordusuna  uzun  süre  direnmesine  karşın 6 Mart 1913 tarihinde Türk yönetiminden çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar'ın en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Osmanlının inşa ettiği kale, pek çok Türk evi, Muğla'ya şaşırtıcı ölçüde benzeyen sokakları ve Tepedelenli Ali Paşa'nın sarayı Yanya'nın başlıca ilginç noktalarıdır. Fethiye Camii ve Aslanpaşa Camii halen ayakta olup Aslanpaşa Camii etnografya müzesi olarak kullanılmaktadır. Velipaşa Camii'nin ise minaresi yıkılmıştır. Şehir 1913 yılında Osmanlıların elinden çıkmıştır. Gümüş işçiliği ile ünlü Yanya kenti kuzey Yunanistan'ın en önemli kenti ve bağlantı noktasıdır. Artık Selanik - Igoumenitsa (Gomoniçe) otobanı da yapılmış ve ulaşım son derece kolaylaşmıştır.



Biz de bu otobanı kullanarak sabah saatlerinde Yanya'ya varıyoruz. Otobüsümüz bizi güzel bir manzara eşliğinde göl kenarında sıra sıra dizilmiş olan kafelerin önünden geçirerek Aslan Paşa Camiine doğru başlayacak yürüyüşümüz için tur otobüsleri park alanında indiriyor.



* * *



Üzerinde Osmanlı tuğrası halen duran dar bir taş kapıdan eski şehrin içine girip yine daracık yollardan yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Arnavut kaldırımlı yollar ve yapılar Osmanlı izlerini hala taşıyor. 1850'lerde buradan İstanbul'a göç etmek zorunda kalan dedemin anneannesinin yaşadığı belki de yürüdüğü bu sokaklarda yürümek farklı duygulara sürüklüyor beni...





Osmanlı Tuğralı taş kapı...




Hafif meyilli bir tırmanışı bitirip Cami avlusuna açılan kapıdan geçiyoruz ve epey yüksekçe bir alana konumlandırılmış olan Aslan Paşa Camiine ulaşıyoruz. Avlu girişinde Yanya şehrinin geçim kaynaklarından biri olan gümüş işçiliğinin örneklerini sergileyen tezgahlar müşteri bekliyor. 


Cami girişindeki gümüşçüler...





Cami yüksek konumu itibariyle oldukça güzel bir göl manzarasına sahip. Ancak ana kapısı kapalı olduğu için ne yazık ki içerisine giremiyoruz. Ama bu bize bahçesinde dolaşıp yapıyı inceledikten sonra çok güzel göl fotoğrafları çekme imkanı tanıyor. 




Cami avlusundan Yanya Gölü...



Aslan Paşa tarafından 1618 yılında inşa edilen, mimarisi ve taş duvarlarıyla Yanya'daki en dikkat çekici Osmanlı eserleri arasında yer alan bu cami günümüzde Yanya Belediyesi tarafından Etnografya Müzesi olarak kullanılıyor. Ancak iki ay önce yaşanan kuvvetli fırtına sonucunda minaresinin kubbe kısmı zarar görmüş durumda ve sanırım bir restorasyon çalışması başlayacağından dolayı ziyarete kapalı. 

1913 yılında camiyi de içerisine alan kaleyi kuşatan Yunan ordusuna karşı uzunca bir süre direnmesine rağmen sonuçta ne yazık ki direnç kırılmış ve Yanya şehri 6 Mart 1913 tarihinde Türk yönetiminden çıkmış. Bu savunmaya ait izleri cami avlusundaki o günlerden kalma top güllelerinden rahatça anlayabiliyorsunuz.

Cami avlusundaki top gülleleri...



Aslan Paşa Cami...



Aslan Paşa Camii avlusundan...

Aslan Paşa cami avlusundan Yanya gölünün muhteşem manzarasını fotoğrafladıktan ve biraz soluklandıktan sonra artık dar sokaklardan yine göl kenarına doğru inmeye başlıyoruz. Sokaklar içinde yürüdükçe Muğla'nın sokaklarını andırıyorlar iyice. Hiç de yabancı olmadığımız bir mimari sonuçta. İşte bu yüzden seviyorum Ege'nin iki yakasını, Ege'yi ve Ege kültürünü.




Yanya'da dar sokaklarda çiçeklerle bezeli evler...

Duvarlarda güzel resimler...


Yanya'da dar sokaklardan aşağı doğru inişimiz keyifli bir şekilde göl kenarında sona eriyor. Göl kenarında biraz fotoğraf aldıktan sonra geceden beri süren yorgunluğumuzu atmak için artık biraz oturma ihtiyacı hissediyoruz. 




Yanya Gölünden manzaralar...


Kafeler ve restoranlar zaten göl kenarında sıralanmışlar ve hepsi kalabalık. Neredeyse oturacak yer bulmakta bile zorlanıyoruz. Kasım ayındaki bu güneşli havanın keyfini çıkaran Yanya'lılar tüm kafeleri doldurmuşlar. Neyse ki bir tanesinde dört kişi oturabileceğimiz bir yer buluyoruz. Önce yorgunluğumuzu atmak için birer sade kahve içiyoruz. Sonra güneş o kadar güzel geliyor ki birer de Mythos birası içmek istiyoruz ama ne yazık ki seçenekler arasında bulunmadığını söylüyor güzel garson kızımız. O yüzden yine bir Yunan birası olan Alfa'yı tercih ediyoruz. Hafiften acıktığımızı hissedince de yanına atıştırmalık bir şeyler derken farkında olmadan acıkan karnımızı da doyurmuş oluyoruz.



Sonrasında, yıllar öncesinde buralarda yaşamış olan, hiç tanımadığım, muhtemelen onun da yaşarken benim gibi bir torununun torunu olacağının hayalini bile kurmadığı dedemin anneannesinin bir zamanlar yaşadığı yer olan Yanya'dan ayrılmak ve yine çok görmek istediğim küçük bir balıkçı kasabası olan Parga'ya hareket etmek üzere otobüsümüze binmek için hesabımızı ödeyip kalkıyoruz. 

* * *

PARGA:

Aşağı yukarı 1,5 saatlik keyifli bir yolculuktan sonra küçük bir sahil kasabası olan Parga'ya yukarıdan giriş yapıyoruz. Bizim için buranın önemi Kanuni Sultan Süleyman'ın Saltanat döneminde 1523 - 1536 yılları arasında sadrazamlık yapmış Pargalı İbrahim Paşa'nın balıkçı olan babasının memleketi olmasından ileri geliyor. 

Otobüsümüz kıvrıla kıvrıla yukarıdan aşağı doğru indikçe Parga şehri mükemmel manzarası ile gözümüzün önüne seriliyor.



Otelimizin muhteşem Parga manzarası...

Otobüsümüz tamamen aşağı inemiyor, sahile inen yollar çok dar ve hatta zaman zaman merdiven gibi oluyor. O yüzden bizi yukarıda bırakıyor. Oradan bu muhteşem manzarayı fotoğraflama imkanını yakaladıktan sonra o manzarayı içimize çeke çeke yürüyerek evlerin aralarından daracık yollardan sahile doğru iniyoruz. Bavullarımız ise otelimize otobüs şoförlerimiz sayesinde  gidecek, buna fazlasıyla seviniyoruz. Palatino Otel'de kalacağız. Manzarası muhteşem.



Sağdaki yoldan sahile iniyoruz...


Çok keyifli bir yoldan aşağı doğru inmeye başlıyoruz. Kimi evler iyice kapanmış, panjurlarını sımsıkı kapatmışlar. Kiminde ise belli belirsiz yaşam izi görülüyor, belki balkona asılı çamaşırdan veya aralık bir tül perdeden bunu anlayabiliyorsunuz. Ama aylardan Kasım ve sezon kapanalı bir aydan fazla olmuş artık turist sayısı iyice azalmış ve yazlıkta olanlar da şehirlere dönmüşler.






En sevdiğim manzaralardan biridir, tekne, deniz ve ait olduğu şehir...

"Ortalık biraz sakin ama keyfim yerinde, çek bakalım"pozu...
Bu haliyle bile oldukça güzel bir sahil kasabası olarak kalbimizde yer eden Parga kıyıda bir iki açık restoran haricinde iyice durgun, iyice sessiz. Buraya bir kere de sezonda gelmek üzere kendime söz veriyorum. Kalabalık değil ama yine de ne olur ne olmaz diye akşam yemeği için sahildeki iki açık restorandan biri olan "Gemini Restoran" da 4 kişilik yerimizi ayırtıyoruz. Vakit zaten akşam üstünü bulmuş durumda. Tüm sahili bir baştan bir başa keyifle geziyoruz. Arada tek tük balık tutan yerli halk hala var. Sahilin sonuna doğru Zorba tavernayı görmek hoş oluyor ama ne yazık ki kapalı. Ama yine de Anthony Quinn'in meşhur pozunu resmettikleri duvarı fotoğraflamaktan kendimi alamıyorum. 


ZORBA - ΖΟΡΜΠΑΣ



Kısa bir Zorba hatırası için alttaki linke tıklayabilirsiniz... 




Artık güneş batmaya başlıyor, şimdi inerken manzarayı seyrede seyrede dikliğini anlamadığımız geniş merdivenli yokuştan yukarı çıkıp otelimizde bir duş almanın ve akşam yemeğine kadar bir saat dinlenmenin zamanı... 


* * *

Sıcak bir duşun ardından bir saatte olsa dinlenmek iyi geliyor. Üstümüzü değiştirip akşam yemeğimizi yemek üzere yeniden dar yolumuzdan sahile iniyoruz. Şehir çok kalabalık olmamasına rağmen restoranın doluluğu yine de hoşumuza gidiyor. İyi ki yer ayırmışız.  Genç Yunan garsonumuza cacıki, fava, patlıcan ezmesi gibi ortak lezzetlerimizden olan mezelerimizi söylüyoruz. Greek Saladımız da gelince, Uzo'muzu Yunanistan'da zaten her zaman masaya ikram olarak gelen buz gibi suyumuz ile sulandırıp hafif hafif atıştırmaya başlıyoruz. Yunanistan'ın her yerinde aynı damak tadında yemek ve içecekleri bulmak benim için bulunmaz bir keyif. Sıcak kalamarımız ile mis gibi kızarmış barbunlarımız da gelince bu zevkimiz iyice katlanıyor. Sohbetimiz keyifli, mevsimi bitmiş olsa da yeni bir yer görmenin hoşluğu ile akşam yemeğimizi tamamlıyoruz. Yavaş yavaş saat 23:00'ü geçiyor. Sade kahvelerimizi de içtikten sonra artık bu sefer iyice dinlenmek için otelimize dönüyoruz. 

Yarınki programımız Yunanistan'ın Adriyatik denizindeki adası Corfu'yu ziyaret.


Abi - kardeş akşam yemeği öncesi...

Parga'da gece...



CORFU ADASI:

Sabah erken kalkıyorum, güneşin doğuşunun yarattığı renkler manzarayı çok daha mükemmel yapmış. Eşim uyanmadan sabah duşumu yapıyorum. Benim işim bittiğinde o da uyanmış oluyor. Onun hazırlanması ile kahvaltımızı yapmak üzere aşağı iniyoruz. Doktorlar bizden önce inmişler bile. Kahvaltımızı hızlı bir şekilde bitirip, son kahvelerimizi de içtikten sonra bizi Corfu Adasına götürecek olan otobüsümüze doğru hareket ediyoruz.

Corfu Adasına feribot Igoumenitsa limanından kalkıyor.  Parga'dan yaklaşık 1 saatlik keyifli bir yolculuk sonrasında bu liman şehrine varıyoruz. Igoumenitsa Yunanistan'ı denizden Avrupa'ya bağlayan bir liman şehri. Biz de daha önce buradan feribotla İtalya'nın Ancona şehrine geçmiştik. O yolculuğumuz 16 saat sürmüştü ve gerçekten konforlu bir feribotla yapmıştık. Corfu Adasına ise bizim Sirkeci - Harem İDO feribotlarımızdan biraz hallice olan araç taşınabilen bir feribot ile geçeceğiz. 

Biz bindik sıra otobüsümüzde...

Denizin ortasında bir yerdeyim...








Yaklaşık 1,5 saat sürüyor yolculuğumuz. Corfu Limanında indikten sonra tekrar otobüsümüze binip şehrin merkezine doğru geçiyoruz. Corfu adası indiğimiz andan itibaren sanki bir Yunan adası değil de İtalyan adasıymış izlenimi bırakıyor bende ilk bakışta. Şehrin merkezine inip ana meydandan dar sokaklara doğru yürümeye başlayınca bu artık izlenim olmaktan çıkıyor tamamen bir İtalyan şehrinde geziyormuşuz hissine dönüşüyor. Adada neredeyse denizin üzerine iniyormuşcasına bir his yaratan pisti ile bir de havalimanı var. Yaz aylarında Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Rusya'dan inen uçaklar bir çok turisti adaya ve adanın pırıl pırıl plajlarına ulaştırıyor. Havaalanının yakınında küçük bir adanın üzerine konumlandırılmış Vlacherna Manastırını ise yukarıdan seyredebileceğiniz bir teras alanı bulunuyor. Burada hediyelik eşya satan dükkanlar ve bir şeyler yiyip içebileceğiniz kafeler mevcut. 
Denizin ortasında Corfu Havaalanı...
Vlacherna Manastırı...

Ada, tarihi boyunca İngilizler, Venedikliler, Fransızlar, Ruslar, Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar ve Türkler arasında gidip gelmesine rağmen adaya 1386-1797 yılları arası Venediklilerin hükmetmesi sonucu daha çok İtalyan ve birazda İspanyol etkisi bütün sokaklarda ve binalarda açıkça görülüyor. Tüm sokakların zemini geniş kesme taş bloklarla döşeli. Yürümek aynı İtalyan sokaklarındaki gibi çok keyifli. Bir çok küçük dükkan hediyelik eşya, içki ve mutfak için gerekli küçük eşyalar satıyor. Bir dükkanda bize değişik gelen Kumquat likörünü tadıyor ve çok beğeniyoruz. Birer şişe almamız elbette boynumuzun borcu. Ufak tefek hediyelik magnet, sabun vs gibi alışverişlerimizi de burada aradan çıkartıyoruz.  



St. Spridon Kilisesi...


Sokaklarda İtalyan esintisi...




Burası en beğendiğim köşelerden biriydi... 

Corfu'da yorgun gezgin... 



Bu dar ve güzel sokaklarda dolaştıkça elbette karnımız acıkıyor. Öğlen yemeği için rehberin önerdiği balık pazarını buluyoruz. Balık pazarı ve sebze meyve pazarı  iç içe. Tarihi kalıntıların üzerine konumlanmış bir pazar yeri. Aynı zamanda bazı balıkçıların hemen oracıkta taze balık ve deniz ürünlerini pişirip servis ettikleri masalar var. Pazarı biraz dolaştıktan sonra bir tanesini gözümüze kestirip oturuyoruz. Hamsi tava ve patates kızartması söylüyoruz bu kez. Tabi ki Greek salata olmazsa olmazımız. Ayrıca muhteşem bir patlıcan söğürme geliyor ki hakikaten ömrü hayatımda bunun gibisini bir kere Karaburun'da yemiştim bu da ikincisi oluyor, çok lezzetli. Bir de midye. o da gerçekten parmak yedirtiyor. Abim ve kızlar bu yemeğe ev yapımı beyaz şarap ile eşlik ederken ben nedense öğle Uzo'sunu tercih ediyorum. Bol buzlu iyi gidiyor. Tercih doğru... Hesap toplam 40 Euro geliyor ki yediklerimize göre gayet uygun, dün akşam da 80 Euro vermiştik. Öğlen yemekleri adam başı 10 Euro, akşam yemekleri adam başı 20 Euro. Yemekler oldukça hesaplı...


Tarihi kalıntılar Pazaryeri'nin tam altında...

Corfu'da deniz ürünleri gerçekten çok taze ve leziz...

Keyfimiz yerinde... 

Yemek sonrasında ara sokaklarda yürümeye devam ediyoruz. Gerçekten her sokak her bina çok keyifli. Biraz sokaklarda kaybolarak, biraz da tekrar tekrar aynı yerlere çıkarak sonunda sahile doğru yönelmeyi  başarıyoruz.  






Dar merdivenler, eski boyalı evler... 

Fotoğraf çekeni çekeni de çekerler... :)


Teyzem birlikte fotoğraf çekilme isteğimi kırmadı...


Yolun doğru olduğuna artık iyice emin olarak kıyıya doğru yürüyoruz. Feribotumuz 17:00'de kalkacak. Feribot hareket etmeden önce birazda Corfu'nun liman tarafını görmek istiyoruz. Eski şehrin deniz kıyısında bir tarafta 13. yüzyılda inşa edilmiş Eski Venedik Kalesi, diğer tarafta da 16. yüzyılda inşa edilmiş Yeni Venedik Kalesi bulunuyor. İkisi de ziyarete açık ve gezilebiliyor. Ancak çok istememize rağmen zamanımız yetmeyeceği için ikisini de gezemiyoruz. Belki bu güzel adaya bir kere daha gelme bahanesi olur bizim için. 


Feribotumuz bizi bekliyor...





Feribotumuza biniyoruz, artık güneş iyice batıyor. Igoumentisa'ya vardıktan sonra da bir saatlik otobüs yolculuğu ile yeniden Parga'ya dönüyoruz. İyice yorulmuşuz. Akşam yemeği için hiç otele gitmeden rehberimizin önerdiği geleneksel bir Greek tavernasını deneyeceğiz bu kez. Bilenler bilir taverna bizdeki gibi sazlı sözlü bir yer değil elbette. Yunanlar restorana taverna diyorlar hepsi o. Saat neredeyse 21:00'e geliyor. Anayola yakın Tsimas Restoranı otobüsün bizi bıraktığı yerden kısa bir yürüyüş sonrasında kolayca buluyoruz. Dışarıdan çok sempatik gözüküyor. Risklerden bir tanesi sezon  bittiği için restoranın kapalı olması idi, onu bertaraf ediyoruz çünkü restoran açık hatta bahçede yer alan 6-7 masanın neredeyse tamamı dolu. Tek boş masaya da biz oturuyoruz. Risklerden ikincisi ise çok fazla yemek çeşidi bulamamaktı. Onun için emin değilim şu an, garson ile konuştuktan sonra anlayacağız.



Tsimas Greek Tavernası

Garson olarak restoranın sahibi Nicos Tsimas geliyor zaten siparişlerimizi almak için. İkinci riskin gerçekleştiğini de ne yazık ki Nicos gelince anlıyoruz. Geleneksel Yunan mutfağına dair hiçbir şey kalmamış. Bize ancak kalamar ve barbun kızartabileceğini, biraz cacıkisi biraz da patlıcan musakkası olduğunu söylüyor. Ve elbette kocaman bir Greek Salad. Kurt gibi acıkmışız zaten ne derse kabul ediyoruz. Tabi ki akşam yemeğimizin vazgeçilmesi Uzo ve buzlu sularımız.  Muhteşem ekmekleri var yalnız. Mükemmel zeytinyağına bandırarak yemek öncesi herkes birer dilim ekmeği götürüyor. Misafirperver ve konuşkan bir yapısı var Nicos'un, Türk olduğumuzu öğrenince daha da keyifli oluyor her masamıza geldiğinde sohbeti. Sonra arada hiç istememiş olmamıza rağmen kaşarlı, patatesli, mantarlı bir güveç getiriyor. Tadı ve suyu enfes. "Bu da sizin için özel, hanıma yaptırdım. Siz seversiniz..." diyor. Bu güvecin suyu da muhteşem ekmeklerden nasipleniyor tabi ki. Sonrasında günün yorgunluğu yine Uzo ve barbunlar eşliğinde keyifli sohbetlerle akşam yemeği sofrasında atılıyor. Nicos'un sürprizi bununla da bitmiyor. Yemek sonrası kahvelerimizin yanında dört kocaman dilim baklavayla geliyor. Kulağıma eğilip "laf aramızda sizin baklavalar daha güzel" diyor. Bu konuda doğruyu söyleyen bir Yunan'ı ilk defa görüyorum. Kahve ve tatlı faslımız bitince otelimize dönüyoruz...
  


Biraz açız sanki...

Tsimas Restoran, tavsiye edilir...



İyi bir uyku sonrasında kahvaltımızı da yaptıktan sonra son kahvelerimizi de Parga manzarasına karşı yudumluyoruz. Artık dönüşe başlıyoruz. Bavullarımız hazır, ama bu kez otobüse kadar herkes kendi çıkartıyor. Bugünün programı yol üzerinde uğrayacağımız meşhur kayalıklar Meteora ve Kavala'da akşam yemeği olacak. Parga'dan Meteora'ya 2,5 - 3 saatlik bir yolculuğumuz olacak. Oradan Kavala 4 - 4,5 saat, en sonunda da Kavala'dan İstanbul'a gümrük geçişi ve Anadolu yakasına da geçişi düşünürsek 6 - 7 saat. Eve varışımız tahminen gece yarısını geçecek... Yani yolumuz uzun. Artık keyfini çıkara çıkara gideceğiz yapacak bir şey yok. Neyse ki özel bir tatil ya da bayram değil o yüzden gümrük çok kalabalık olmaz diye umut ediyoruz.

Bavullarımız otobüsümüze yüklendikten sonra Meteora'ya doğru yola koyuluyoruz. Avrupa Birliği fonları sayesinde yapılan Yunan otobanları rahat ve sarsıntısız bir şekilde hedefimize ulaşmamızı sağlıyor. 13.00 civarı Meteora'da oluyoruz. 

METEORA:


Meteora Yunanistan'ın Kalambaka bölgesinde kayalık bir bölge. Anlamı Yunanca'da "havada asılı kalan" demekmiş. Bazı kayalıklar baktığınız açıya göre gerçekten öyleymiş gibi duruyor. Aynı zamanda bu bölgede çok dik uçurumlar da bulunmakta. Bu yerden çok yüksek olan dev kayalıkların üzerinde nasıl inşa edildiği bugün bile zihinleri zorlayan çok sayıda Manastır bulunuyor. UNESCO tarafından da bu bölge 1988 yılında "Dünya Mirası" olarak kabul edilmiş. Bu manastırların başlıcaları arasında Büyük Meteoron Manastırı, Varlaam Manastırı, Agios Nicholoas Anapafsas Manastırı, Agios Stefanos Manastırı sayılabilir.

Otobüsümüzün bizi bıraktığı yerden kısa bir yürüyüş sonrasında Büyük Meteoron Manastırının giriş holüne geliyoruz. Bilet işlemlerimiz rehberimiz tarafından halledilince çok dar olan merdivenlerden yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Gerçekten yavaş çıkıyoruz çünkü aynı merdiveni turunu tamamlamış olan turistler de kullandığı ve insanların devamlı fotoğraf çektirme istekleri yüzünden trafik yavaş ilerliyor. 


Büyük Meteoron Manastırı gerçekten etkileyici...




Otobüsümüzün bizi bıraktığı yerden kısa bir yürüyüş sonrasında Büyük Meteoron Manastırının giriş holüne geliyoruz. Bilet işlemlerimiz rehberimiz tarafından halledilince çok dar olan merdivenlerden yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Gerçekten yavaş çıkıyoruz çünkü aynı merdiveni turunu tamamlamış olan turistler de kullandığı ve insanların devamlı fotoğraf çektirme istekleri yüzünden trafik yavaş ilerliyor. Toplam çıkmamız gereken basamak sayısı ise 195...

Dar merdivenler tam 195 basamak...

Varloom manastırına sadece tahta teleferik ile ulaşılıyor...


Rahiplerin ve keşişlerin günlük yaşam aletleri...

Büyüteç arkasında görülebilen en küçük haç içindeki ikonalar muazzam...

Arka planda Meteora şehri...


Tahta teleferiği çalıştırmak için gerekli insan gücü...

Meteora'dan sevgilerle...




Meteora gezimizi de bitirip otobüse dönüyoruz. Artık son durak Kavala'da akşam yemeği. Yaklaşık saat 19:00 gibi Kavala'da akşam yemeğimizi yemek için masaya oturuyoruz. Bu gezinin son meze-barbun-salata-Uzo görevini de yerine getirdikten sonra, gümrük geçişi 23:30'u ve eve varışımız  da yaklaşık 03:00'ü buluyor. 

Yorucu, yorucu olduğu kadar da keyifli ve dolu dolu bir gezi oluyor bizim için.

Sağlıkla ve seyahatle kalın...